Neden En Çok Sevdiklerimize En Az Saygıyı Gösteriyoruz

En çok sevdiklerimize en az saygıyı gösterdiğimiz her an, aslında onlardan çok kendimiz hakkında konuşuruz: Korkularımız, miras aldığımız kaygılar, atalarımızın defalarca elinden alınan topraklarının yerini alan duygusal “mülklerimiz”…
Neden sevgi arttıkça, saygının freni gevşiyor?
Günlük hayatta hepimizin bildiği bir sahne bu:
Dışarıda kibar, ölçülü, sabırlıyız. Eve gelince ses tonu değişiyor, bakış sertleşiyor, küçük alaylar “şaka” diye geçiştiriliyor.
Psikoloji literatürü bu soruyu uzun zamandır ciddiye alıyor. Rowland S. Miller, “We Always Hurt the Ones We Love” başlıklı çalışmasında, yakın ilişkilerdeki itici davranışların (aversive behaviors) tesadüfi değil, yapısal olduğunu anlatıyor: En çok birlikte olduğumuz, en çok güvendiğimiz kişiler, aynı zamanda en çok incittiğimiz insanlar hâline gelebiliyor.
Bu yazıda, bu paradoksa özellikle çift ve aile ilişkilerindeki sınır ihlalleri üzerinden bakacağım; terapötik odada en sık duyulan soruların arkasındaki psikodinamik, kültürel ve felsefi katmanları yoklayarak.
Yakınlık merceği: Maruz kalan da o, patlayan da
Birincisi, maruziyet: Günün yorgunluğunu, çaresizliğini, çıplak hâlimizi en çok kimin yanında yaşıyoruz? En yakınlarımızın. Dolayısıyla öfkemizin, sabırsızlığımızın ve kontrolsüz tepkilerimizin doğal hedefi de onlar oluyor.
İkincisi, güven ihlali: Bizi hiç tanımayan birinin kabalığı can sıkar; ama geçmişte defalarca yanımızda durmuş bir partnerin ya da ebeveynin saygısızlığı, “ihanet” gibi yaşanır. Geçmişteki iyiliklerle bugünkü incitme arasındaki tezat, acıyı büyütür.
Buna bir de davranışsal ekonomi ekleniyor: Kahneman ve Tversky’nin gösterdiği gibi, insanlar kayıplara kazançlardan daha duyarlıdır. Aynı kişiden gelen bir aşağılanma, ondan gördüğümüz onlarca küçük iyiliği psikolojik olarak silip süpürebilir.
Yani mesele “yakınımıza kötü davranacak kadar kötü insanlar olmamız” değil. Yakınlık hem şefkati hem saldırganlığı büyüten bir mercek.
Sınır ihlali: Sevgi mi, mülkiyet mi?
Aile terapisinin kurucu isimlerinden Salvador Minuchin, yapısal aile terapisi modelinde ailenin sağlığını, büyük ölçüde sınırların niteliği üzerinden okur:
· Sınırlar çok katıysa kopukluk (disengagement),
· Çok geçirgense iç içe geçmişlik (enmeshment) görürüz.
İç içe geçmiş ilişkilerde şu cümleler çok tanıdık:
· “Biz ailece birbirimizin 24 saat içinde ne yaptığını biliriz.”
· “Sevgilimin gece yatana kadar ne yaptığını bana haber verir”
· “Eşim nereye gitmek isterse önce bana haber verir benden izin alır.”
· “Eşim benden habersiz hiçbir şey yapmaz.”
· “Çocuğumun tüm şifrelerini bilirim, ne var bunda?”
Burada sevgi dili, yavaş yavaş mülkiyet diline dönüşür.
“Benim çocuğum”, “benim karım/kocam” cümlelerindeki “benim”, sorumluluktan çok, tasarruf hakkı gibi yaşanır: Zamanına, odasına, telefonuna, bedenine, düşüncesine dilediğim kadar girebilirim…
Uluslararası etik literatürde “boundary violation” dediğimiz şey—başkasının fiziksel, duygusal ya da psikolojik alanına izinsiz girme—terapötik ilişkide skandal sayılırken, aile içinde sık sık “sevgi” diye paketlenir:
“Ben senin iyiliğin için karışıyorum.”
Çift terapilerinde en sık duyulan şikâyetlerden bazıları aslında hep sınır ihlali cümleleridir:
· “Telefonumu karıştırıyor, bunu sevgi sanıyor.”
· “Ailemize annem/babam sürekli müdahale ediyor, eşim de ‘boş ver’ diyor.”
· “Çocuk doğduktan sonra eşimle aramızda hiç mahremiyet kalmadı.”
Ortada tekil “kötü niyet”ten çok, sevgi ile mülkiyetin birbirine karıştığı bir kültürel kod vardır.
Geçmiş aile, şimdiki evliliğin içinde
Psikodinamik bakış açısından yakın ilişki, çocukluk sahnesinin yeniden kurulduğu yerdir. Partner, eş, çocuk, hatta kayınvalide; eski figürlerin gölgesini taşır.
· Aktarım (transference): Çocuklukta güçlü, eleştirel ya da ihmal edici olan figürlere dair duygular, bugün partnerimize yönelir.
· Tekrar zorlantısı (repetition compulsion): Freud’un işaret ettiği gibi, çözemediğimiz sahneleri tekrar etme eğilimindeyiz; bu kez sonucu değiştirme umuduyla.
Çift odasında şu cümleleri çok duyarız:
“Sen tıpkı annem/babam gibisin.”
“Çocuğuma yaptıkların, benim çocukluğumu hatırlatıyor.”
Yakınlık paradoksu burada keskinleşir:
En çok sevdiğimiz kişi, bir anda en çok yaralandığımız figürün yerine geçer. Tepkimizin şiddeti çoğu zaman bugünkü olaya değil, tarihsel yankıya aittir.
Bağlanma kuramı, güvenli bağlanmanın bozulduğu ilişkilerde bu paradoksun daha ağır yaşandığını gösteriyor: Güvendiğimiz kişi aynı zamanda en büyük duygusal tehdide dönüşünce, savunma sistemlerimiz—kaçınma, saldırı, küçümseme—devreye giriyor
Çift ve aile terapisinde en sık gelen soruların arka yüzü
“Neden dışarıya karşı daha naziksin?”
Bu soru, genellikle saygı hiyerarşisini işaret eder: Partner, “zaten benim” kategorisindedir; iş arkadaşı, müdür, komşu hâlâ “kazanılması gereken” dış dünyadır. Sosyal sermayesini dışarıya, öfkesini içeriye ayıran kişi, evdeki ilişkiyi bir nevi duygusal çöplük gibi kullanır.
“Annem/babam karışmasa evliliğimiz düzelecek.”
Türk ailelerinde çok klasik: Çift sistemi ile köken aile sistemi iç içe geçmiştir. Minuchin’in tarif ettiği gibi, eşler kendi çekirdek ailelerinin sınırlarını kuramaz; kararlar mutfak masasında değil, geniş ailenin görünmez konseyinde alınır.
“Çocuk doğduktan sonra eşimi kaybettim.”
Burada çoğu zaman annenin çocukla simbiyotik bir bağ kurması, babanın duygusal olarak dışarı itilmesi, çift ilişkisine ait mahrem alanın silinmesi vardır. Esther Perel’in yıllardır vurguladığı gibi, modern çiftler kamusal alanda “iyi ebeveyn olma” baskısı altında, birbirlerini sevgili olarak görme kapasitesini kaybediyor; ev, çocuğun lojistiğine dönüşüyor.
“Evde kimse beni ciddiye almıyor.”
Bu cümlenin arkasında sıklıkla saygının gündelik mikrodavranışlarla erozyona uğraması var:
Sözünün sürekli kesilmesi, alaycı mizah, telefona gömülü dinliyormuş gibi yapmak, talebini “abartıyorsun” diye küçümsemek… Simone Weil’in “Dikkat, cömertliğin en nadir ve en saf hâlidir” sözünü hatırlarsak, dikkatini vermediğimiz kişiye aslında “önemsizsin” diyoruz.
Bu soruların hepsi, farklı kılıklar altında tek şeye dokunuyor:
Yakınlık var, ama özne olarak tanınma ve sınır görme yok.
Sevgi ve saygı: Fromm, Buber ve terapötik oda
Erich Fromm, “Sevme Sanatı”nda olgun sevginin dört temel bileşeninden söz eder: özen, sorumluluk, bilgi ve saygı. Saygı, onda pasif bir “saygılı duruş” değil; sevdiğimiz kişinin, kendi başına büyümesine izin verecek alanı ona tanımaktır. Birini gerçekten seviyorsak, onu kendimizin uzantısı değil, kendi kaderinin öznesi olarak görmek zorundayız.
Buber’in “Ben-Sen” ilişkisiyle “Ben-O” ilişkisi arasındaki ayrımı da buraya ekleyebiliriz:
Yakın ilişkiler, “Ben-Sen” düzeyinde kaldığı sürece karşılıklılık, merak ve saygı taşır. Ama partneri ya da çocuğu bir “O” yani işlev gören, ihtiyacımı karşılayan nesne düzeyine indirgediğimiz anda, sevgi dili içinde saklanan tahakküm başlar.
Çift ve aile terapisinde hedef, taraflardan “haklı olanı” bulmak değil, bu ilişki biçimini değiştirmektir:
· Ben–Sen’in yeniden kurulması,
· Sevgi–mülkiyet karışımının ayrıştırılması,
· Sınırlar üzerinden yürüyen görünmez iktidar savaşlarının görünür kılınması.
Peki neye dönüşebiliriz?
Yakınlık paradoksundan çıkmanın kolay bir reçetesi yok; çünkü sorun tekniğin değil, ontolojinin sorunu: İnsanın kendi kırılganlığıyla ne yapacağı meselesi.
Ama terapötik pratikten ve literatürden çıkan bazı dönüşüm eksenleri var:
İlk adım, yakın olanın dokunulmaz olmadığını kabul etmek.
“Evde her şey söylenir”, “ailede böyle olur” diyerek normalleştirdiğimiz öfke patlamaları, aşağılama, susturma, kontrol etme davranışları; uzun vadede depresyon, anksiyete, bağımlı ve narsisistik örüntüleri besleyen kronik stres kaynakları hâline geliyor.
İkinci adım, sınır kelimesini ahlaksızlıkla değil, sağlıkla ilişkilendirmek.
Eşinin odasında, çocuğunun telefonunda, yetişkin bir evladın hayat tercihlerinde sınır tanımak; sevgisizliğin değil, saygının işaretidir. Sağlıklı ailelerde, Minuchin’in dediği gibi, sınırlar ne duvar kadar kalın ne tül perde kadar incedir; “net”tir.
Üçüncü adım, dikkati bir etik pratik olarak ciddiye almak.
Simone Weil’in sözüyle: Dikkat, cömertliğin en saf biçimiyse; partnerimize, çocuğumuza, yaşlanan annemize gerçekten dikkat vermek, onlara duyduğumuz saygının en somut hâlidir. Cümlesini sonuna kadar dinlemek, duygusunu hemen düzeltmeye çalışmadan taşımak, “abartma” demeden yanında durmak… Bunlar klinik açıdan basit, varoluşsal açıdan devrimsel hareketler.
Son olarak: Yakınlık paradoksunu fark ettiğimiz anda asıl soru değişir.
“Ben haklı mıyım?”dan
“Bu ilişkiyi nasıl bir yere evriltmek istiyorum?”a geçeriz.
En çok sevdiklerimize en az saygıyı göstermemiz kader değil; kaybetme korkusunun, kuşaklar boyu aktarılan kaygıların, tarihsel olarak elinden alınmış mülkiyetin bıraktığı izlerin, sevgiyi “sahip olma”yla karıştırmanın ürettiği bir varsayılan ayar.
Çift ve aile terapisinin yaptığı şey, tam da bu kavramların yaşamdaki izdüşümlerini çıplak hâliyle göstermek; kontrol etme, sahiplenme ve teslim olma hâllerinin partnerin ruhunda açtığı hasarı görünür kılmak ve aile sistemine şu cesur soruları sormaktır:
· Neden partnerinin her şeyini bilmek istiyorsun?
· Neyi kaybetmekten böylesine korkuyorsun?
· Sahiplenici duygun kimden miras kaldı sana?
· Korunmak sana gerçekten güven mi veriyor, yoksa yalnızca eski bir korkuyu uyuşturuyor mu?
· Çocukken bu kadar kısıtlandığın yerden çıkmak istemedin mi?
· O zaman neden şimdi kendi ellerinle yeni bir hücrenin kapısını kapatıyorsun?
· Partnerini sevdiğini söylerken, onu özne olarak mı seviyorsun, yoksa kendini tamamlama projenin bir parçası olarak mı?”
Fromm’un sorusunu ödünç alırsak: Bu bağ, iki özgür insanın karşılaşması mı, yoksa birinin diğerini “güvenli mülk”e çevirmeye çalıştığı bir düzenek mi? Winnicott’un diline çevirirsek: Karşındaki insanı, kendi kaygılarını yatıştıran bir “nesne”ye mi dönüştürüyorsun, yoksa yeterince iyi bir ilişki alanında onun da senin kadar gerçek olmasına izin veriyor musun? Esther Perel’in işaret ettiği gibi, aşkın içinde kaybolmakla, aşkı bahane edip kendini ve ötekini iptal etmek arasında incelikli ama hayati bir çizgi var.
Terapi odasında asıl mesele, kimin haklı olduğu değildir. Asıl mesele, ilişkiyi hangi hikâyeye yazdığındır: Kaybetme korkusunun yönettiği, mülkiyet reflekslerinin hüküm sürdüğü kapalı bir aile ekonomisine mi, yoksa iki yetişkin insanın birbirine yaklaşırken birbirini boğmamayı öğrenebildiği bir alana mı?
Çünkü sonunda soru şuna gelir: Yakınlık senin için hâlâ çocukluktaki gibi “ya tamamen benimsin ya da beni terk edersin” ikiliği mi, yoksa iki ayrı insanın, birbirinin sınırına saygı duyarak yan yana kalabildiği bir olgunluk denemesi mi?
En çok sevdiklerimize en az saygıyı gösterdiğimiz her an, aslında onlardan çok kendimiz hakkında konuşuruz: Korkularımız, miras aldığımız kaygılar, atalarımızın defalarca elinden alınan topraklarının yerini alan duygusal “mülklerimiz”…
Filozofların diliyle söylersek: Sorun sevginin var olup olmaması değil; sevginin hangi ontolojiye yaslandığıdır. Diğerini kendi varlığının ortağı olarak mı görüyorsun, yoksa içindeki boşluğu dolduracak bir “şey” olarak mı?
Yakınlık paradoksunu fark ettiğimiz noktada, artık “Ben haklı mıyım?” sorusu anlamını yitirir. Yerini daha zor, ama daha dürüst bir soruya bırakır:
“Bu ilişkiyi sahip olduğum son kale gibi mi tutuyorum, yoksa iki özgür insanın birbirine saygıyla yaklaşabildiği yeni bir yer hâline getirmeye cesaret edebiliyor muyum?”
Çünkü sevgi kendi kendine yeten, masum bir duygu değil; her gün yeniden kurulan, sınırlar, dikkat ve sorumlulukla desteklenmedikçe dağılmaya çok meyilli bir ilişki pratiğidir.
Soner Koşan
Referanslar
Psikoloji, psikiyatri, çift ve aile terapisi literatürü
1. Miller, R. S. (1997). We always hurt the ones we love: Aversive interactions in close relationships. In R. M. Kowalski (Ed.), Aversive interpersonal behaviors (pp. 11–29). New York: Plenum Press.
2. Minuchin, S. (1974). Families and family therapy. Cambridge, MA: Harvard University Press.
3. Kahneman, D., & Tversky, A. (1979). Prospect theory: An analysis of decision under risk. Econometrica, 47(2), 263–292.
4. Hazan, C., & Shaver, P. R. (1987). Romantic love conceptualized as an attachment process. Journal of Personality and Social Psychology, 52(3), 511–524.
5. Atak, H., & Taştan, N. (2012). Romantik ilişkiler ve aşk. Psikiyatride Güncel Yaklaşımlar, 4(4), 520–546.
6. Hazan, C., & Shaver, P. R. (1994). Attachment as an organizational framework for research on close relationships. In D. Perlman & W. Jones (Eds.), Advances in personal relationships (Vol. 5, pp. 1–30). London: Jessica Kingsley.
7. Minuchin, S., & Fishman, H. C. (1981). Family therapy techniques. Cambridge, MA: Harvard University Press. (Yapısal aile terapisi, sınırlar, iç içe geçmişlik ve kopukluk kavramları için.)
Sevgi, saygı, olgun ilişki kavramları (psikanalitik / insancıl)
8. Fromm, E. (1956). The art of loving: An enquiry into the nature of love. New York: Harper & Brothers.
9. Gottman, J. M. (1994). What predicts divorce? The relationship between marital processes and marital outcomes. Hillsdale, NJ: Lawrence Erlbaum. (Yakın ilişkilerde saygı, küçük aşağılamalar ve boşanma öngörüleri için.)
Çift ilişkileri, erotizm, ev içi hayat ve yakınlık paradoksu
10. Perel, E. (2006). Mating in captivity: Unlocking erotic intelligence. New York: HarperCollins.
11. Perel, E. (2017). The state of affairs: Rethinking infidelity. New York: Harper. (İhanet, canlılık arayışı ve ilişkisel “ölü bölgeler” tartışması için.)
Felsefi kaynaklar (özne, ilişki, dikkat, saygı)
12. Buber, M. (1923/1970). I and Thou (W. Kaufmann, Trans.). New York: Charles Scribner’s Sons. (Orijinal eser 1923’te Almanca olarak Ich und Du adıyla yayımlandı.)
13. Weil, S. (1947/1952). Gravity and grace. London: Routledge & Kegan Paul. (Özellikle “Attention is the rarest and purest form of generosity” alıntısı için.)
14. Weil, S. (1951/2002). Waiting for God (E. Craufurd, Trans.). New York: Harper Perennial. (İlgi, acı çeken insana yönelmiş dikkat ve etik boyutu için.)
15. Fromm, E. (1941). Escape from freedom. New York: Farrar & Rinehart. (Özgürlükten kaçış, otoriteye teslimiyet ve sevgi–tahakküm ilişkisi için.)
Davranışsal ekonomi ve kayıp-kazanç asimetrisi
16. Kahneman, D. (2011). Thinking, fast and slow. New York: Farrar, Straus and Giroux. (Kayıptan kaçınma, öznel fayda eğrileri ve ilişkilerde kayıpların ağırlığı için popüler ama bilim temelli özet.)
17. Kahneman, D., & Tversky, A. (1984). Choices, values, and frames. American Psychologist, 39(4), 341–350. (Prospect theory’nin ilişkisel bağlamlara uyarlanması için.)




