Logo

Seninle Tanıdık Bir Yerdeyim Tekrar Eden İlişkiler ve Geçmişin İzleri

Seninle Tanıdık Bir Yerdeyim Tekrar Eden İlişkiler ve Geçmişin İzleri

Geçmişin bilinçdışı izlerinin, aşk sandığımız ilişkilerde nasıl tekrar eden kader sahnelerine dönüştüğünü; mitolojiden psikanalize, klinikten gündelik hayata uzanan cesur ve sarsıcı bir yolculukla anlatan bu metin, okuru “tanıdık” sandığı her bağa yeniden bakmaya davet ediyor.

Seninle Tanıdık Bir Yerdeyim: Tekrar Eden İlişkiler ve Geçmişin İzleri


Bir danışan, terapide gözyaşları içinde şöyle diyordu: “Yine aynı döngüyü yaşıyorum; sanki kendimi hep tanıdık bir hikâyenin içinde buluyorum. Farklı yüzler, farklı isimler... ama his hep aynı. Seviyorum, çabalıyorum, sonunda yine terk ediliyorum.” Bu sözler, birçok kişinin ortak deneyimini yansıtıyor: geçmişin izlerini taşıyan ve tekrar eden ilişki kalıpları. Kimi, çocukluğunda ebeveyninden göremediği sevgiyi partnerlerinde arıyor; kimi ise ebeveynlerinin yaşadığı travmaları kendi ilişkilerinde yeniden sahneliyor. Sonuç hep tanıdık bir yerde durmak: aynı acı, aynı hayal kırıklığı, aynı döngü

Peki neden bazı ilişkiler bize bu kadar tanıdık gelir? Neden benzer hataları tekrar tekrar yapar, benzer ilişki sorunlarını yaşarız? Hasan Hüseyin Korkmazgil’in yazdığı Ahmet Kaya’nın söylediği o şarkıyı hatırlatır bizlere: “Öyle bir yerdeyim ki bir yanım mavi yosun çalkanır sularda, bir yanımız yaprak döker, bir yanımız bahar bahçe”. Buraya Winnicott’un sahte benlik üzerine söylediği cümle çok yakışır: “Bazen ilişkiyi değil, ‘kendimizi tutacak bir ortamı’ ararız.”

İlk aklınıza gelen çocukluk anısı nedir?” gibi kişisel ama güvenli bir soru sorayım size. Bu soruyu sorduğumda aklınıza gelen film hangisi veya hangi film olabilirdi? Filmi başlığını siz koyun. Benim aklıma 2 tane hemen geldi:

1. Eternal Sunshine of the Spotless Mind’da olduğu gibi, hafızayı silmek mümkün olsaydı bile, insan aynı yaraya başka bir yerden tekrar dokunmaz mıydı?

2. Groundhog Day (Bugün Aslında Dündü)’de aynı günü tekrar tekrar yaşayan karakter gibi, bazen ilişkilerde de takvim ilerler ama hikâye değişmez.

Madem derinlere gidiyoruz bu yolculuğun mottosunu da belirleyelim. "Çocukken en çok duyduğunuz cümle nedir?"

"HER ŞEY TANIDIK GELİYORSA…

Aynı tartışmalar, benzer kaygılar, bitmeyen ‘neden ben’ler…

Belki de ilişkileriniz, geçmişin şifrelerini taşıyor.

Evet yavaş yavaş yeni diyarlara yolculuk başladı gibi.

“Sevmeyi nerede öğrendik?” İlk sevmeye başladığında yanına ne aldın, hangi hayattan kaçıyorsun?”

Bir nefes al burada. Lazım olacak ileriki satırlarda ama şimdi “batsın bu dünya” demeden önce biraz psikolojiye giriş yapalım.

Bu tekrarlayan ilişki kalıplarının kökeni nereden geliyor?

Psikodinamik kurama göre, insanlar bazen çocukluklarında yaşadıkları çözümlenmemiş duygusal çatışmaları yeniden canlandırmak istercesine benzer ilişki kalıplarını tekrar ederler. Ah Freud, seni de anlamadı bu dünya… Ama sen zaten anlaşılmak için değil, insanın kendine nasıl çelme taktığını göstermek için yazdın. 1914’te şunu söyler: Bastırılan şey geri döndüğünde, çoğu zaman “hatıra” gibi gelmez; davranışa dönüşür. Kişi onu bir anı olarak değil, bir eylem olarak yeniden üretir; tekrarlar üstelik tekrar ettiğini fark etmeden.

İnsan tam da bu yüzden aynı ilişkiyi farklı yüzlerle oynar: bilinçdışı dekoru değiştirir, senaryoyu değil. Freud’un kendi hayatı da bu ironiden azade değildi; Naziler Viyana’yı yutarken ülkeden ayrılışını bir kartpostala kısa bir cümleyle sığdırmak zorunda kaldı. Üstelik çene kanseri ve protezle boğuşurken “mekanik çenesine” duyduğu öfkeyi bile not etmişti insana hem acı, hem tuhaf bir gülümseme bırakan türden bir gerçek. Freud’un hayatı da, kuramı gibi: insan bazen derdini anlatmaz; aynı derdi yeniden sahneler.

 

Freud, bu örüntüye “tekrarlama zorlanımı” (repetition compulsion) der. Çünkü bazen bilinçdışı bir düzeyde, geçmişte alamadığımız bir duygusal ihtiyacı bu kez başka bir kişiyle “tamamlama” umuduyla aynı sahneyi yeniden kurarız. Nitekim bazı kuramcılar, kişinin tekrar eden ilişki döngülerini “erken dönem zorluklarını düzeltme çabası” olarak yorumlar. Örneğin çocukken duygusal olarak ihmal edilmiş bir birey, yetişkinlikte defalarca duygusal olarak ulaşılmaz partnerlere çekilebilir. Bilinçdışı bir umutla “Bu kez sevgimle o duvarı aşabilirim” diyerek geçmişteki yarayı iyileştirmeye çalışır.

Ama bazen mesele yalnızca geçmişi tekrar etmek değildir; içeride kurulamayan bir bağın dışarıda aranmasıdır. Çocuklukta bakım verenle yeterince içselleştirilememiş bir ilişki, kişinin iç dünyasında güven veren bir “içsel nesne”ye dönüşemez. Böyle olunca insan, zorlandığında dayanabileceği bir iç bağ yerine, dışarıda tutunacak bir ilişki arar. Yalnızlık tahammül edilmez olur; ayrılık basit bir mesafe değil, sanki varoluşsal bir kopuş gibi yaşanır. Bu yüzden bazı ilişkiler “olmazsa olmaz” hâline gelir—çünkü o ilişki, yalnızca sevilen kişiyi değil, içeride eksik kalan bağı da taşımaktadır.

İşte tam da bu yüzden, bununla baş etmek “birine daha sıkı tutunmakla” değil, içeride eksik kalan bağı yavaş yavaş kurmakla mümkün olur. Örneğin ilişkide gerilim yükseldiğinde hemen mesaj atan, arayan, açıklama isteyen birini düşünün. O anda ihtiyaç duyulan şey çoğu zaman karşıdaki kişinin cevabı değil; içerideki çocuğun yatıştırılmasıdır. “Şu an yalnızım ama dağılmıyorum” diyebilmeyi öğrenmek ilk ve en zor adımdır.

Bu, zamanla geliştirilen bir beceridir: zor duygular geldiğinde kaçmadan birkaç dakika onlarla kalabilmek; ilişki tehdit altındaymış gibi hissettiren anlarda “Bu bir terk edilme mi, yoksa eski bir alarm mı?” diye kendine sorabilmek… İçsel nesne dediğimiz şey tam da burada güçlenir. Kişi her seferinde dışarıdan tutamak aramak yerine, kendi iç dünyasında dayanabileceği bir temas noktası oluşturmaya başlar.

Bazen bunu en iyi gündelik bir sahne anlatır: Partneriniz mesajınıza geç cevap verdiğinde içinizde bir sıkışma olur. Eskiden bu an panik, öfke ya da donmayla doluydu. Şimdi ise durup kendinize şunu söyleyebiliyorsunuz: “Bu duygu tanıdık. Ama şu an yalnız değilim; kendimleyim.” İşte bu küçük duraksama, içsel nesnenin ilk inşasıdır. İlişki hâlâ önemlidir—ama artık tek dayanak değildir.

Tam burada seçimlerimizin ‘tesadüf’ olmadığını söyleyen bir başka pencere açılıyor: Harville Hendrix’in “İmago terapi” adını verdiği yaklaşım, eş seçimlerimizin rastgele olmayıp, çocukluk yaralarımıza ayna tutan kişilerden yana kullandığımızı öne sürer. Yani bilinçdışında, anne-babamızın iyi ve kötü yönlerini taşıyan partnerlere ilgi duyarız. Amaç, geçmişte çözemediğimiz meseleleri bu ilişkilerde çözüp iyileşmektir. Örneğin, çocukken terk edilmiş hisseden biri, yetişkinlikte bağlanmaktan korkan (kaçıngan) partnerlere yönelip onları “düzeltmeye” çalışabilir; böylece bir nevi çocukluk travmasını yeniden yazmaya uğraşır. Ne var ki, bu döngü çoğu zaman kişi farkına varmadıkça sürer ve her yeni ilişki, eskisinin izlerini taşır. Sezen Aksu’nun Tükeneceğiz’indeki o ‘ne senle ne sensiz’ sıkışması gibi: yaklaşırsın, boğulur; uzaklaşırsın, boşalır.

Bağlanma teorisi, bu tekrarları anlamamız için bize güçlü bir çerçeve sunar. John Bowlby’nin çalışmalarıyla temellenen bağlanma teorisine göre, çocuklukta bakım verenlerle kurulan duygusal bağlar (bağlanma stilimiz) ileriki ilişkilerimiz için bir içsel çalışma modeli oluşturur. Bowlby, “belirli kişilere güçlü duygusal bağlar kurma eğiliminin insan doğasının temel bir bileşeni” olduğunu söylerdi. Gerçekten de bebeklik ve çocukluk döneminde edindiğimiz bağlanma stili – güvenli, kaygılı, kaçıngan ya da kaotik (dağınık), romantik ilişkilerimizde yakınlık kurma, güven, çatışma çözme biçimlerimize kadar etki eder. Bir psikolog ile bu tanımla yetmez bir kaç desteğe daha ihtiyacımız var. Hazan ve Shaver’in klasik araştırması, romantik aşkın aslında bir bağlanma süreci olduğunu ve her bireyin aşkı, çocukluk bağlanma geçmişine göre farklı yaşadığını ortaya koymuştur​. Örneğin güvenli bağlanan bir kişi, partnerine kolay güvenir ve sevgiyi hak ettiğine inanır; kaçıngan bağlanan biri, aşka mesafeli yaklaşır ve mutlu olmak için kimseye ihtiyaç duymadığına inanabilir; kaygılı bağlanan biri ise sık ve kolay aşık olur ama sürekli terk edilme korkusuyla ilişkide yüksek düzeyde güvensizlik yaşar​. Kısacası, bugün ilişkilerde kendimizi tanıdık bir yerde bulmamızın en önemli sebeplerinden biri, çocuklukta öğrendiğimiz bağ kurma şemasını tekrar tekrar sahnelememizdir.

Lütfen bir an durun ve gözlerinizi kapatmadan bir iki saniye düşünün. Sizi çocukken duygusal olarak çok zorlayan, ‘beni hiç görmüyor’ dediğiniz biri var mıydı? Belki bir anne, baba, öğretmen ya da kardeş? Şimdi o kişiyle ilişkinizin duygusu, bugünkü aşk, arkadaşlık veya evlilik ilişkilerinize benziyor olabilir mi?

Hiç düşündünüz mü?...

Sevdiğiniz birine öyle bir alan açtınız mı ki, o kişi kendini tanımaya, hatta iyileşmeye başladı? Ya da tam tersi... Sizi daraltan, küçülten bir ilişkide büyümeye çalıştınız mı?

Pink Floyd’un Comfortably Numb’ındaki o duygu: ‘biri var mı orada?’ diye seslenirsin ama sesin duvara çarpar.”

Ah Rogers (Carl Ransom) … Sakin, yumuşak sesli, iddiasız ama inatçı bir berraklıkla ısrar eden o adam… Tartışmayı sevmezdi; ikna etmeye çalışmaz, yalnızca alan açardı. Onu tanıyanlar, konuşurken karşısındakini “düzeltmeye” değil, gerçekten duymaya çalışan biri olduğunu söyler. Belki de bu yüzden şu cümlesi hâlâ kulağımda çınlar: “İlişki, kişisel gelişimin alanıdır.” Peki biz bu alanı ne kadar açık tutabiliyoruz?

Irvin Yalom’un meşhur sözü hatırlatılır: “Sevmek, başkası için sürekli hayat ve gelişim endişesi taşımaktır”​ Yalom’a göre sevgi sadece romantik bir bağlılık değil, karşımızdakinin yaşaması, iyi olması ve gelişmesi için duyulan sürekli bir içsel ilgidir. Bu, karşılıksız fedakârlık değil, bilinçli ve derin bir bağlılık biçimidir.

“Sevdiğiniz biri için son zamanlarda neyi merak ettiniz? ‘İyi mi, yorgun mu, gelişiyor mu, hayatta ilerliyor mu?’ Bunu sordunuz mu? Ya da kimse size bunu sordu mu? Belki de gerçek sevgi, karşımızdakinin büyüyüp gelişmesini dert edinmekte yatıyor…”

Yani “O mutlu mu? Gelişiyor mu? Acı çekiyor mu?” diye içten içe düşündüğünüz her bağ, gerçek sevginin yansımasıdır. Esther Perel’in dediği gibi “Aşk, bazen geçmişin yaralarını sarmak için değil, onları görmek için bir aynadır.” Bu cümleye en uygun soru herhalde bu olur? “İlişkilerinizde hep aynı rolde mi buluyorsunuz kendinizi? Kurtarıcı veya mağdur, ihmal edilen, susan, gözyaşı döken?” İşte bu sorunun cevabı kısmen veya tamamen evet ise düşünmenizde fayda var. Çünkü artık siz tamirci gömleğini giyen bir sevgilisiniz. Bu da çok zor bir süreçtir. Bazı ilişkilerde kavga aslında içerikten değil, rollerin sabitlenmesinden çıkar. Karpman’ın ‘Drama Üçgeni’ dediği şey tam da budur: Bir taraf kurtarıcı olur (ben seni düzeltirim, taşını ben taşırım), bir taraf kurban olur (ben zaten hep terk edilirim, kimse beni anlamaz), bir taraf da zalim rolüne itilir (suçlanan, kaçan, cezalandırılan). Garip olan şu: Roller yer değiştirir ama oyun aynı kalır. Dün kurtaran, bugün mağdur olur; dün mağdur, yarın cezalandırana döner. İlişki ‘biz’ olmaktan çıkar, bir tür sahneye dönüşür.


Gelelim Babaya:

“Babanız hayatınıza nasıl bir ‘otorite’, ‘koruma’, ‘engel’ ya da ‘destek’ olarak yerleşti? Şu anki partner ilişkilerinizde ‘baba yansıması’ hissediyor musunuz?” Bazen ‘baba’ dediğimiz şey, yalnızca bir insan değildir; içimize yerleşmiş bir mahkemedir. Kafka’nın Baba’ya Mektup’ta çizdiği gibi, otoriteyle pazarlık etmeye çalışırsın ama çoğu zaman masaya oturan yine korkunun kendisidir.

Baba meselesi yalnızca modern edebiyatın değil, mitolojinin de merkezindedir. Oidipus’u hatırlayalım. Kehanete göre babasını öldürecek, annesiyle evlenecektir; bu kaderden kaçmak ister ama tam da kaçtığı şeyin içine düşer. Babasını bilmeden öldürür, annesiyle bilmeden evlenir. Trajedi, sanıldığı gibi bir suç hikâyesi değildir; asıl trajedi, babanın yasının tutulamamış olmasıdır. Freud’un Oidipus Kompleksi dediği şey, çoğu zaman yanlış anlaşılır: mesele babayı öldürme arzusu değil, babayla kurulamamış ilişkinin ruhsallıkta bıraktığı gediktir. Baba, ayıran, sınır koyan, “sen anneden ayrı birisin” diyen figürdür. Bu figür içeride kurulamadığında, kişi yetişkin ilişkilerinde ya sürekli otoriteyle savaşır ya da otoriteyi memnun etmeye çalışır.

Mitolojiden modern edebiyata geldiğimizde, baba meselesinin en çarpıcı örneklerinden biri Dostoyevski’nin Karamazov Kardeşler’inde karşımıza çıkar. Baba Fyodor Pavloviç Karamazov ahlaksız, ihmalkâr ve sınır tanımaz bir figürdür; oğullarını korumaz, ayırmaz, rehberlik etmez. Roman boyunca asıl soru şudur: Babayı kim öldürdü? Dostoyevski’nin cevabı rahatsız edicidir: babayı yalnızca bir kişi değil, herkes biraz öldürmüştür. Çünkü düşüncede öldürülen baba, bir noktada gerçekte de düşer. Freud’un hayranlıkla okuduğu bu roman, bize şunu gösterir: baba içeride çözümlenmemişse, suç yalnızca eylemde değil; niyette, sessizlikte ve içsel onayda dolaşır.

İşte bu noktada baba figürü, bireyin yaşamında yalnızca bir geçmiş anı olmaktan çıkar; tekrar eden ilişki örüntülerinin görünmez mimarına dönüşür.

Baba ile çözülemeyen meseleler bazen tek bir hikâyede kalmaz; insanın bütün hayatına yayılan bir döngüye dönüşür. İşte tam bu noktada Sisifos’u hatırlamak gerekir.

Ah Sisifos ah. Yaptıkların bedelini işte böyle ödersin. Peki bu zatı-ı muhterem kimdir? Anlatayım: Yunan mitolojisinde Korinthos Kralı'dır. Bu Sisifos çok uyanık geçinen biri ve tanrıları defalarca kandıran, ölümü geçici olarak durduran zeki ve kurnaz bir figürdür. Bu meydan okuma nedeniyle tanrılar ona "sonsuz bir ceza" verir:

"Dev bir kayayı dağın zirvesine kadar yuvarlayacak, fakat tam zirveye ulaştığında kaya geri yuvarlanacak ve bu döngü sonsuza kadar devam edecektir."

Yaşam nedir belki de bir şarkıdaki nakarat belki de daha fazlası. Tekrarlayan Yaşam Döngüleri

Bu mit, hem bireysel psikolojide hem de ilişkisel dinamiklerde tekrar eden, fakat sonuç vermeyen çabalara bir metafor olarak okunabilir.

Aynı ilişkilerde aynı tartışmalar… farklı yüzlerde aynı örüntü… kurtulmak istediğin davranışa geri dönmek… Sisifos’un kayası tam da böyle bir şey: yorulursun ama zirve hep kaçıyormuş gibi olur.

Bu döngülerde, kişi tıpkı Sisifos gibi taşı her seferinde yeniden yukarı taşır ama değişim zirvesine ulaşamaz.

Sisifos taşı zirveye taşıyadursun biz yolculuğumuza devam edelim ve biraz da felsefe denizine yelken açalım


Felsefi Perspektif: Camus ve Anlam Yaratma

Albert Camus diye adam vardır. Sen Cezayir’de doğ, tiyatro ve edebiyat ile uğraş. Daha anlamlı neşeli günler için Avrupa’ya git orada 2. Dünya savaşının ortasında kal. İşte tam o kan gölünün ortasında şu soruyu sorar. Evet, dünya anlamlı bir yer değil peki, insan ne yapacak? İşte bu sorunun cevabını mit üzerinden açıklamaya çalışır. Sisifos'un bu sonsuz cezasını "absürt hayatın" bir simgesi olarak yorumlar. Fakat daha önemlisi şudur: "Sisifos’u mutlu hayal etmek gerekir. Çünkü trajedisini anlamlandırarak ona sahip çıkar." Bu söz, psikoterapide kişinin kader tekrarlarını fark edip onları dönüştürebileceği fikrine çok yakındır.

Şu soruyu da size sorayım kabul ederseniz?

  • "Hayatınızda taşı sürekli yeniden yukarı çıkardığınız bir alan var mı?"
  • "Aynı tür ilişkileri neden tekrar tekrar yaşıyor olabilirsiniz?"

Eğer “Evet” ise bu soruyu da cevaplamanızı isteyeceğim: "Her sabah yeni bir kaya yuvarlamak zorunda kalsaydınız, ona anlam verebilir miydiniz?" Bu arada bunu yapıyorsanız siz uslanmaz bir cengaversiniz, kendinizle tebrik edebilirsiniz. Tebrik etmeniz bittiğinde kendinize şu soruyu sorun: “daha yorulmadın mı cancağzım”. Sonuçta Cemal Süreyya nın dediği gibi “Hayat kısa kuşlar uçuyor.

“Siz, hangi ilişkide aynı kayayı tekrar tekrar yukarı taşıyor olabilirsiniz?”

Gelelim Psikoterapotik yansımaya. Diyecekseniz bu nedir? Size bunu Freud’un bir zamanlar veliahttı Carl Jung’un bir cümlesiyle açıklayayım: "Bilinçli olmayan geçmiş, kader olarak tekrar eder." Bu cümle bir aforizma değil, kişisel bir itiraf gibidir. Kısacası: Kader gibi gelen şey, çoğu zaman çocukluğun çözülmemiş matematiğidir. dersem yanılmamış olurum. ”Jung’un kendi hayatında, farkına varmadığı şeyler onu defalarca yönetmiştir:

– Güçsüz baba → otoriteyle bitmeyen gerilim

– Çift yönlü anne → kadın imgesinde hem bilgelik hem tehdit

– İçsel bölünme → bireyleşme takıntısı

Jung’un kader anlayışı mistik değildir; psikodinamiktir. Bilinçdışında kalan, adlandırılmayan, yas tutulmayan her şey, insanın hayatına dış olay gibi girer. Jung buna “kader” der çünkü kişi onu kendisi yapıyordur ama kendisi yaptığını bilmemektedir.

6. Psikoterapötik Yansıtma

Hep sorulardan gittik. Sorular bizi çözümlere ulaştıracak. Sorular olmadan aynı kısır döngüde kıvrılır dururuz. Sorular deyince de Sokrates’i anmadan olmaz.

o  “Sevgi nedir? Partnerinizde aradığınız en temel özellik ne?” Güven, şefkat, sadakat vb.)

o  “Aşk, bir ihtiyaç mı yoksa bir seçim mi?” 

Aşk bir yalan Ademden Havadan kalan şarkısı mı yoksa ünlü Lou Andreas-Salomé ‘ye aşık melankolik aşk Rainer Maria Rilke’nin dediği gibi “Aşk, iki insanın birbirinin yalnızlığını korumak için bulduğu çaredir.” mi acaba?


Kuşaklararası Travma: Aileden Aktarılan Yükler

Sadece kendi çocukluğumuz değil, anne-babalarımızın ve hatta onların ebeveynlerinin hikayeleri de ilişkilerimize gizlice sızabilir. Bazı acılar tek bir kişinin değil, bir toplumun sinir sistemine yazılır. Cevaplar bazen evde, bazen bedenimizde, bazen de ‘rüzgârın içinde’ dolaşır—Bob Dylan’ın Blowin’ in the Wind’i gibi: Sorular ortada kalır, ama kuşaktan kuşağa taşınır. Travmalar yalnızca yaşayan kişinin ruhunda kalmaz; çözülmemiş travmalar kuşaktan kuşağa, bir bayrak yarışı gibi aktarılabilir. Klinik psikolog Mark Wolynn, It Didn’t Start With You (Türkçesi Seninle Başlamadı) adlı eserinde aile travmalarının sonraki nesillerde nasıl yaşayabildiğini anlatır. Örneğin, anneannenizin gençlikte yaşadığı terk edilme travması, annenizin bağlanma stilini etkilemiş olabilir; annenizin duygusal mesafesi de sizin ilişkilere temkinli veya kaygılı yaklaşmanıza yol açabilir. Bu görünmez mirasa kuşaklararası travma aktarımı denir.

Bilimsel araştırmalar da travmaların biyolojik ve psikososyal aktarımını doğruluyor. Örneğin, bir çalışma Holocaust (Yahudi Soykırımı) hayatta kalanlarının çocuklarında stres hormonlarında değişimler saptamıştır; bu, travmanın gen ifadesi düzeyinde bile aktarılabildiğini gösteriyor. Psikososyal olarak ise travmanın aktarımı çoğunlukla bağlanma ilişkileri üzerinden olur: Ebeveynin iyileşmemiş yaraları, tutum ve davranışlarına yansır; çocuk da bu ortamda büyürken o travmanın gölgesini devralır​.

Judith HermanTravma ve İyileşme’de şu vurguyu yapar:“Travma, kişinin kendisiyle ve dünyayla kurduğu bağı parçalar. İlişkilerde tekrarlanan çatışmalar, bu parçalanmışlığı ‘tamir etme’ çabasıdır.”

Kuşaklararası travmalar bazen de nesiller boyu tekrar eden ilişki kalıpları şeklinde ortaya çıkar.

Güven, Sevgi ve Sadakat Üzerine: Bağlanmanın Gücü

Sağlıklı bir ilişki, temelde güven duygusu üzerine inşa edilir. John Bowlby, güvenli bağlanma yaşayan bir çocuğun, ihtiyaç anında bakımvereninin orada olacağına dair içsel bir güven geliştirdiğini belirtmiştir. Bu güvenli bağlanma duygusu, yetişkinlikte de partnerimize karşı temel güven hissi olarak karşımıza çıkar. Ünlü çift terapisti Dr. Sue Johnson’un vurguladığı gibi, romantik aşk da tıpkı bir bebeğin anneye bağlanması gibi bir güvenli liman arayışıdır. Partnerimize içten içe sorduğumuz temel soru şudur: “Benim için orada olacak mısın? Bana ihtiyacım olduğunda sarılacak mısın?” Eğer çocuklukta bu soruya “evet” cevabı almışsak, yetişkinlikte ilişkilerde de kolay güvenir ve sevgiyi hak ettiğimize inanırız. Eğer hayal kırıklığı yaşamışsak, içimizdeki çocuk hala tetikte kalır; güveni hak etmek için aşırı çaba gösterebilir veya tam tersi kimseye güvenmeyerek duvarlar örebilir. Bazen güven dediğimiz şey büyük laflar değil; ‘ben buradayım’ diye tutulan küçük bir söz gibidir. Metallica’nın Nothing Else Matters’ındaki o çıplak duygu gibi: Dış dünya gürültü yaparken, ilişkide asıl mesele ‘yanında kalınabilecek bir yer’ bulmaktır.

Son yıllardaki araştırmalar, bağlanma stili ile ilişki doyumu ve güven arasındaki güçlü bağlantıları doğruluyor. Örneğin 2023 yılında Türkiye’de genç yetişkinlerle yapılan bir araştırmada, anne-babası boşanmış veya geçmişte ciddi bir ilişki hayal kırıklığı yaşamış bireylerin, yaşamayanlara göre partnerlerine güven düzeylerinin belirgin ölçüde daha düşük olduğu bulunmuştur​. Dahası, aynı çalışmada kaygılı ve kaçıngan bağlanma stiline sahip bireylerin çift ilişkilerinde güven duymakta zorlandıkları görülmüştür; anksiyöz (kaygılı) bağlanma, düşük güvene yol açmakta ve “beni bir gün terk edecek” inancını beslemektedir​. Bu bulgular, erken dönem deneyimlerinin ve inanç kalıplarının (örn. “kimseye güven olmaz” düşüncesi) ilişkilerimizde güven duygusunu şekillendirdiğini ortaya koyuyor.

Elbette sadakat ve aldatma olgusu da güven temasının bir parçasıdır. Sadakat, güvenin en somut sınavlarından biridir; aldatma ise güven bağına indirilen en ağır darbelerden biri. Psikoterapist Esther Perel, modern ilişkilerde sadakat ve aldatma paradoksunu çarpıcı biçimde dile getirmiştir: “Neredeyse her yerde insanlar evlenir, tek eşlilik resmî normdur ve aldatma gizli normdur” diye yazar​. Yani aldatma, sanıldığından daha yaygın ancak üstü örtülen bir olgudur. Perel’e göre aldatma, sadece cinsel bir eylem değil, aynı zamanda kişinin kendini yeniden keşfetme çabası olabilir; birey bazen yasak bir ilişkide, kaybettiği bir yanını veya kimliğini arar​. Bununla birlikte, ihanete uğrayan için aldatma, büyük bir travmadır: Sevdiği tarafından yüzüstü bırakılan kişi, hem geleceğe dair umutlarını yitirir hem de geçmiş anılarını sorgular hale gelir. Sevmek ve sevilmek, ömür boyu süren bir öğrenme ve emek işidir. Erich Fromm’un klasik eseri Sevme Sanatı bu noktada bize rehberlik eder: Fromm, gerçek sevginin bir sanat olduğunu, sabır, saygı, sorumluluk ve bilgi gerektirdiğini vurgular. “Olgun olmayan aşk der ki: ‘Sana ihtiyacım olduğu için seni seviyorum.’ Olgun aşk der ki: ‘Seni sevdiğim için sana ihtiyacım var.’” sözleriyle (Fromm), sevginin bencillikten olgunluğa evrilen yolculuğunu özetler. Yani gerçekten sevmek, karşımızdakini bir ihtiyaç objesi olarak görmekten çıkıp, onun ayrı bir birey olduğunu kabul ederek, varlığına şükrederek sevebilmektir.

“Kendini tanı, geçmişini anla ve yeni bir hikâye yaz.”

“Tanıdık bir yerdeyim” duygusu, bazen bir kısır döngüde sıkışıp kalmışlık hissi verebilir. Ancak bu döngüler kaderimiz olmak zorunda değil. Geçmişin izleri güçlü olsa da, insan zihni ve kalbi öğrenmeye ve iyileşmeye açıktır. İlk adım, bu tekrar eden kalıpların farkına varmak ve altında yatan dinamikleri anlamaktır. Psikodinamik kuram bize gösteriyor ki, bilinçdışımız çözülmemiş yaraları iyileştirmek niyetiyle bizi tanıdık acılara götürebilir; bağlanma teorisi ise çocuklukta yazılan hikâyenin yetişkinlikte değiştirilebileceğini söylüyor.

İyileşme, geçmişi silmek değil; geçmişle yeni bir ilişki kurmaktır. Çünkü silmeye çalıştığımız şey geri döner; ama anlamlandırdığımız şey, nihayet yerini bulur.

Son beş yılın hakemli çalışmalarından ve onlarca klasik kitaptan süzülen ders şudur: Kendini tanı, geçmişini anla, gerekirse yardım almaktan çekinme ve sevgiyi bilinçle, cesaretle yeniden seç. Bu yolda, belki de ilk kez, tanıdık ama sağaltıcı bir yerde bulacaksınız kendinizi: Şefkatin, güvenin ve gerçek sevginin kollarında… Artık döngülerin esiri değil, kendi hikayenizin yazarı olarak.

Soner Koşan