Benliğin iki Yüzü Kierkegaard ve Nietzsche’de Varoluşun Dramı

Nietzsche ile Kierkegaard’ı yan yana getirmek, felsefi bir deprem yaratmak gibidir. İkisi de bireyin varoluşunu merkeze alır; ama biri Tanrı’yla yüzleşmeyi, diğeri Tanrı’sız bir dünyanın sorumluluğunu anlatır. İkisinin kesiştiği yer: insanın “kendisi olma cesareti”.
Benliğin iki Yüzü: Kierkegaard ve Nietzsche’de Varoluşun Dramı
19. yüzyıl düşüncesi, insanın varoluşsal mimarisini iki ayrı yoldan sorgular:
Kierkegaard Tanrı karşısındaki yalnız bireyi, Nietzsche ise Tanrı-sonrası dünyada yaratıcı gücü öne çıkarır. Bu iki benlik; ya imanın uçurumunda doğar (Kierkegaard), ya da yaratımın ateşinde kendini kurar (Nietzsche).
Nietzsche ile Kierkegaard’ı yan yana getirmek, felsefi bir deprem yaratmak gibidir. İkisi de bireyin varoluşunu merkeze alır; ama biri Tanrı’yla yüzleşmeyi, diğeri Tanrı’sız bir dünyanın sorumluluğunu anlatır. İkisinin kesiştiği yer: insanın “kendisi olma cesareti”.
Søren Kierkegaard (1813–1855), Tanrı Karşısında Titreyen İnsan:
Babası Michael Pedersen Kierkegaard, ağır dindar ve melankolik bir adamdır; oğlunun içine “günahın gölgesini” düşürür. Søren, bu gölgeden kurtulmak ister ama hep onunla yaşar. 1840’ta Regine Olsen’le nişanlanır, sonra ani bir kararla bozar. Bu kırılma, onda “birey, iman ve kurban” temalarını derinleştirir. Kilise ile devleti birleştiren düzeni eleştirir; “iman, aklın değil, ruhun sıçrayışıdır” der. 1855’te Kopenhag’da hastalanır; ölmeden önce rahibin vaazını reddeder. Tanrı’ya inancını sürdürür ama kiliseye sırtını döner.
Kierkegaard, insanın en büyük trajedisini “kendisi olmaya cesaret edememesi” olarak tanımlar. Kişi toplumun beklentilerine sığınır, rollerin ardına saklanır, sahte bir huzur kurar. Yaşadığı şey, bir tür “manevi ölüm”dür. Çünkü kendi benliğiyle, kendi korkusuyla, kendi acısıyla yüzleşmez. Oysa Kierkegaard için varoluş, Tanrı karşısında bireysel bir hesaplaşmadır; başkalarının gölgesinde değil, kendi iç derinliğinde anlam bulur.
Friedrich Nietzsche (1844–1900), Tanrı’nın Sessizliğinde Sesini Duyan İnsan:
Papaz oğlu olarak doğar; babasını küçük yaşta kaybeder.
Kırılgan bir bedenle, yalnız bir zihinle büyür. Kısa bir akademik yaşamdan sonra sağlık sorunları nedeniyle erken emekli olur. Yalnız yaşar, yazdığı kitaplar kendi döneminde pek anlaşılmaz. En üretken yıllarını Sils-Maria’da, Alpler’in sessizliğinde geçirir. “Tanrı’nın ölümü”, “ebedî dönüş” ve “güç istenci” düşünceleri burada billurlaşır. 1889’daki zihinsel çöküşünden sonra annesinin bakımında yaşar; 1900’de ölür.
Nietzsche, Kierkegaard’ın Tanrısıyla hesaplaşır. Nietzsche aynı sahneyi Tanrısız bir evrende yeniden yazar. “Tanrı öldü” dediğinde aslında şunu söyler: Artık insan, kendi değerlerini kendisi yaratmak zorunda. Başkalarının biçtiği elbise içinde yaşamayı seçen, kendi özünü kaybeder. Bu yüzden Amor Fati “kaderini sev”der. Yani yalnızca kaderine katlanmak değil, onu sevmek; kendi yaşamının bütün yönlerini; acı, kayıp, başarısızlık birer özgürlük alanı olarak kucaklamak.
İki Uçta Aynı Soru:
Kierkegaard için kendinle yüzleşmek imanla mümkündür; Nietzsche içinse bu yüzleşme imanla değil, iradeyle olur. Ama ikisi de şunu söyler: Başkalarının doğrularıyla yaşamak kolaydır ama sahte bir huzur getirir. Kendi hakikatini yaşamak ise zordur ama özgürleştiricidir. Kierkegaard’ın umutsuzluğu ile Nietzsche’nin trajik neşesi aynı noktada buluşur: İnsan, kendi varoluşunu başkasına teslim ettiğinde, ruhunu yitirir.
Kierkegaard’ın dediği gibi “kendin ol” çağrısı, Nietzsche’nin “kaderini sev” ilkesinde yankılanır. Biri Tanrı’ya ulaşarak insan olmayı öğretir, diğeri Tanrı’nın yokluğunda insan kalabilmeyi.
İkisi birleştiğinde ortaya çıkan mesaj basittir ama sarsıcıdır: Ya başkalarının kurduğu düzenin kuklası olarak yaşarsın, ya da kendi kaderinin yazarına dönüşürsün acısıyla, onuruyla, çıplak hakikatinle.
Bu düşünce hattı, insanın modern dünyada kaybolmuş anlam arayışına da ışık tutar:
Kendin olmak, artık yalnızca bir tercih değil, ahlaki bir zorunluluktur.
Soner Koşan

Podcasti Dinleyin



